Sina Dağı
1996 Ekim ayında, otobüsle Kahire'den başladığımız sekiz-on saatlik yolculuğumuz, karanlıkta pek de seçemediğimiz derin bir vadide son buldu. Çöl gecelerine has, insanın içine işleyen soğuk daha yere adım atar atmaz kendini hissettirmişti. Otobüs parkı olduğunu anladığımız alandan kumlu çakıllı patikadan kalabalığı takip ederek biraz ilerlediğimizde gözlerimiz karanlığa biraz olsun alışmış olmalı ki; sağ tarafımızda kale duvarlarını andıran bir yapıyı ve kıyıda köşede çökmüş develerin homurtularını geride bırakdığımızda çevremizi kuşatan sarp kayalıkları seçebiliyorduk.
Kıvrılarak yukarıya devam eden patikada biraz ilerlediğimizde ve geriye nazaran daha geniş bir alana ulaştığımızda, karanlığın içinde tüm heybetiyle Cebel-i Musa beliriyordu. Daha önce hakkında yazılar okuduğum ve belgeseller izlediğim, Hazreti Musa (as)'ın Rabbi ile konuştuğu, bir çok olagan üstülüğe tanık olduğu ve Kur'an-ı Kerim'de çok defa zikri geçen Dağ, Vahye muhatap mekanlara has heybetli görünüşüyle tepemizde duruyordu.
Patika yoldan ilerlerken gün iyiden iyiye aydınlanmış, erken saatlerde zirveye çıkan bazı guruplar dönmeye başlamışlardı ki, biz henüz zirvenin bize bakan sarp yamacının eteklerine ancak ulaşmıştık. Öğrendiğimize göre Dünya'da gün doğumunun en güzel seyredildiği yer olan zirveye ulaşamadan güneş doğmaya başlamış, bizde fotoğraf bahanesiyle biraz nefeslenme imkanı bulmuştuk.
Bu alan, aynı zamanda develerin de ulaştıkları son noktaydı. Dönüşde çok konforlu olmasa da yorgun turistler için bulunmaz nimet olan develer müşterileri beklerken, sahipleri de sağda solda turistlere soğuk ve sıcak içecek, hediyelik eşya satan barakalarda takılıyorlardı. iki saatde ulaşabildiğimiz bu noktadan sonra artık ortalama bir saat sürecek basamaklı yol başlıyor, dağın sağ yamacından arka tarafa doğru yöneliyor, oradan da zirveye ulaşıyordu.
Basmaklı yoldan zirveye ulaştığımızda yol üzerinde sağlı sollu barakalardan kısık radyo seslerinin yanı sıra bizim gibi geç kalmış ve bişeyler içerek kendilerine gelmeye çalışan turistlerin fısıldaşmaları duyuluyordu. Güneş iyiden iyiye yükselmiş, birkaç saat önceki buz gibi hava yerini kavurucu güneşe bırakmıştı. Tabi olarak cıkarmayı ihmal ettiğimiz kalın giysilerimiz yukarıya ulaştığımızda sırılsıklam olmuştu. ileriki ziyaretlerimiz için iyi bir tecrübe olan bu durum, tırmanışdaki duruma göre giysilerini hafifletmeyip; özellikle gündoğumundan önce zirveye ulaşanların yanlarında yedek giysi bulundurmamaları halinde ciddi bir soğuğa maruz kalacaklarına dair önemli bir deneyimdi.
Zirveye ulaştığımızda, orada oldukça ilginç ve ustaca inşaa edilmiş bir kilise bizi karşılıyor, biraz ileride de çok da gösterişli olmayan taşduvarların üstünün kapatılmasıyla oluşturulmuş bir mescid bulunuyordu. Artık göz alabildiğine kayalık ve çöl ayağımızın altındaydı. yanlızca hemen karşıda biraz daha yüksek bir dağın tepesinde, sonradan St. Catrin adlı bir azizenin inziva yeri olduğunu öğrendiğimiz beyaz bir yapı göze çarpıyordu. Hatta karanlıkta yanından geçtiğimiz kale duvarlarını andıran yapının da bu azize adına yapılmış bin yıllık bir manastır olduğunu öğreniyorduk.
Kur'an-ı Kerim'de yeralan Hz. Musa (as) kıssalarında geçen, Allah (cc)'ın nurunu tecelli ettirdiğinde eriyen dağ olduğu rivayet edilen, zirveden kuzey doğu istikametinde iki tarafında hatrı sayılır yükseltiler bulunan ve diğer taraflara nazaran sanki yanmışcasına bir siyahlığa sahip geniş bir alan bulunuyordu. Kilisenin sol tarafında mağarayı andıran ve Hz. Musa (as)'ın, dağ sarsıldığında üzerine düştüğünde ortası oyularak vücudunu ezmediği rivayet edilen kaya mevcuttu.
Suudia Arabistan'a ait, Kızıldeniz kıyısında bir bölgede tesbit edilen tarihi kalıntılardan yola çıkılarak; tarihi mekanın Sina yarımadasında değilde Arabistan yarımadasında olduğuna dair iddialara karşın "gerçekden Tur-i Sina burasımı?" sorusuna benim verebileceğim cevap kesinlikle "Evet Burası" olurdu. Bölgenin tarihi arka planı, eriyen dağın kalıntıları ve yakındaki Saint Catrine kasabası civarında Hz. Harun (as)'ın makamı olduğu iddia edilen kabrin bulunmasının yanı sıra, burada yaşayacağınız manevi atmosfer başlı başına yeterlidir aslında.
Bu ilk seyhatimizin ardından Cebeli Musa'ya 1997 yılında bir, 2001 yılında iki kez gruplarla, 2003 ve 2004 yıllarında özel olarak birer defa olmak üzere altı kez tırmanma fırsatım oldu. Her seyhatte farklı bir tecrübe yaşadığım ziyaretlerimizden birinde, Kur'an'daki "Muhakkak ki sen Mukaddes Tuva Vadisindesin. Ayakkabılarını çıkar" ayeti gereği Hz Musa (as)'ın bir sünneti olarak basamaklı kısmı yalın ayak tırmanmış, üç kez de dönüşte farklı bir rota takip ederek direk St. Catrine Manastırının yukarısından dönüşü gerçekleştirmiştik. Ayrıca, dönüşte Manastırın içini ve burada görev yapan rahiplerin kemiklerinin muhafaza edildiği mekanı görmüş ve Kahire'ye dönüş yolunda termal suların Kızıldeniz'e döküldüğü Hamamamt-el Firawn'da denize girmiştik.
Özetle; her nekadar yorucu ve uzun bir yolculuk olsada kesinlikle tavsiye edilir.
18/05/2017
Bu Yazı 03176 kez okunmuş